Sömürgeleştirilmiş Düşünce Biçimleri: Feminist Epistomoloji İçin Öneriler- II

,

Feminist Bir Epistemoloji İçin Öneriler

Yukarıda bahsedilen analizlerin dışında, yeni bir epistemoloji için gereken birincil yaklaşımlar zaten bulunuyordu. Bu yaklaşımlar ise iki soru üzerine odaklanmışlardı:
⦁    Öznel olana karşı gelişen savunma ne şekillerde hiyerarşik toplumsal cinsiyet ilişkileri üreten bir epistemoloji meydana getirmektedir?
⦁    Günümüz ataerkil ilişkiler doğa bilimlerinin indirgemeci kavramları içinde nasıl temsil edilmektedir?

Bu çerçevede, üç tane temel feminist bilim yaklaşımına aşağıda kısaca değinilecektir:
Feminist bilim ve toplum teorileri, bilimin ikilemler yaratan mantığını incelemişler ve modernlik için kendi okuma yöntemlerini ve kendi teorik referans çerçevelerini geliştirmişlerdir. Şöyle ki, biyolojik ve toplumsal cinsiyet arasındaki ayrışma (örnek olarak toplumsal cinsiyet ve cins ara- sındaki fark) olduğu kadar, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün analiziyle beraber onun uzun vadeli sosyo-psikolojik etkileri bu yaklaşımların temeliydi. Bu analize göre, kadın bedeni, sözde modern insanın parçalanmış arzuları ve korkularının yansımalarını sağlamak için bu süreçte bir düzlem görevi görmektedir. Kadınsı olan (feminen) kadına ait olarak görülmemekte, ancak sadece kültürel bir imge işlevini yerine getirmektedir; kadınsılığın sürekli üretildiği mitler içerisinde kadınların bir geçmişleri vardır, fakat onların bir tarihi yoktur.

Feminist deneyci yaklaşımın buna karşı geliştirdiği itirazı ise şudur: Cinsiyetçilik ve erkek egemenliği toplumsal olarak inşa edilmiş çarpıtmalardır ve bunların bilimsel araştırmanın mevcut olan metodolojik normlarının sıkı bir uygulanması dahilinde düzeltilebilir olduğu varsayılır. Temel iddia şudur ki; genellikle daha eleştirel tutumları nedeniyle feministler daha kapsayıcı ve eleştirel bir yaklaşıma sahiptirler ve bu sayede bilgi ve gözlemlerin altında yatan görünmez kılan mekanizmaları da ortadan kaldırma yetisine sahip oldukları yönündedir. Diğer bilim insanlarına kıyasla, feminist bilim insanları böylece erkek egemen çarpıtmaları daha fazla kavrayabilme yetisi edinirler. Dahası, toplumsal hareketlerin kendilerinin geleneksel bilimleri nesnel olmaya doğru ittikleri iddia edilmektedir. 19. yüzyıldaki Latin Amerika devrimleri veya aynı yüzyılın sonunda ve 20. yüzyıl başlarında oluşan proleter devrimler, bilimsel nesnelliğin gelişimini önemli bir biçimde etkilemeleri açısından örnek olarak verilmektedir. Feminist deneycilik ayrıca, erkek egemen bilimi oluşturan bilimsel olarak incelenmiş sonuçların seçimlerini de eleştirmiştir.
Böyle bir yaklaşım aynı zamanda çok baştan çıkarıcıdır; çünkü sadece “ciddiyetten yoksun” olan bilimi hedeflerken, bilime karşı olan bütün yaklaşımları hedefine almamaktadır. Fakat bu yaklaşım, araştırmanın yöntemlerinin ve epistemolojilerinin ve bununla beraber araştırmanın bulgularının toplumsal lokalizasyon tarafından ne kadar çok etkilendiği gerçeğini gözden kaçırmaktadır.

Feminist Bakış Açısı Teorisi (Feminist Standpoint Theory): Bu bakış açısı Hegel’in “Sahip/köle diyalektiğinden” doğru ortaya çıkmıştır; Marx, Engels ve Lukacs üzerinden bu tema geliştirilmiştir. Buradaki temel varsayım şudur; gözlemcinin toplumsal kimliği araştırma bulgularının olası nesnelliği açısından önemli bir değişkendir. Böylece, kadın deneyiminden kaynaklanan ve evrensel özelliklere sahip olan feminist bakış açıları, sosyal olguları daha iyi açıklayabilir. Dahası, toplumsal yapısalcılığın yeni bulgularıyla beraber (örnek olarak kategorilerin kesişimselliği), feminist bakış açılarının çeşitli olabildiği görülmüştür. Irk, sınıf, kültür vs. bağlı olarak, araştırmacılar kendileriyle beraber çeşitli bakış açılarını analizlerine dahil etmişler ve bu da onları daha nesnel kılmıştır.

Bahsedilmesi gerektiğine inandığım bir diğer nitelik ise şudur: Yerleşik bilim (situated know- ledge) kavramı. Bu kavramın başlıca savunucularından biri olan Donna Harraway, epistemolojik teorilerin hepsinin tüm bakış açılarının bir tikelliği ve fiziksellik varsaymaları olması gerektiğini öne sürer. Tüm bakış açıları belli bir mekânda yer alırlar ve bu pozisyon metodik bir yansımayla tanınır. Her bilim insanı toplumun içinde yer aldığı haliyle konumu, geçmişi ve davranışlarıyla konumlanır. Şimdiye kadar aktardığımız üzere, toplumun çeperlerinde yer alan bakış açıları bu konumlandırmayı daha iyi bir hale getirebilir. Öznelerin çelişen, kesintili, yetersiz ve savunmasız, düzensiz ve tarihlerinden yoksun olmaksızın var olmalarından dolayı bir karşılaşmaya ve diyaloğa ulaşmak mümkündür. Evrensellikten ziyade, taraflılık; nesnelliğin ve rasyonelliğin koşuludur; güç ve sorumluluğa karşı gösterilen hassasiyet de buna dahildir.

Feminist postmodernizm: Bu yaklaşım temelde daha önce bahsedilen iki yaklaşımı da sorgular. Burada bilimin temelleri sarsılarak “gerçekler” yerine, söylem hikâyeleri yapı bozum, ta- rihselleştirme, psikanaliz, göstergebilim (semiotic) gibi yöntemlerin hepsi kullanılarak araştırılmaktadır. “Kadınların oy hakkı üzerine nasıl yazılmıştır ve kimler bu konuda konuşmuştur? Bunlar hangi medya araçları üzerinden ve ne zaman konuşulmuştur? Okuyucuları ve dinleyicileri kimler olmuştur?” gibi sorular gerçeklerin inşasından ziyade söylem tarihine hizmet ederler. Radikal ve yapısalcı bir bakış açısından bu çalışmaların etkileri farklılıkların doğallıklarından arındırılmasıyla ortaya çıkmaktadır. Toplumsal cinsiyet kategorisi böylece herhangi bir fiziksel ve doğal zemine dayalı değildir; daha çok parçalanmış bir benliği maskelemektedir.

Ancak sonuç olarak bu üç yaklaşım bile, nesnellik ve evrensellik gibi bilimsel paradigmaları her zaman sorgulayamazlar.

Bu yüzden, feminist epistemolojinin talepleri kısaca şunlar olmak zorundadır:

Verimli bir şekilde analiz yapmak ve değişiklikleri ifade edebilmek için, feminist epistemoloji yöntemsel, kavramsal ve içerik olarak açık bir biçimde tasarlanmış olmalıdır. Sadece o zaman tartışmalı ve heyecan verici bir araştırma ve tartışma ortaya koyabilir ve daha önceki yaklaşımların düştükleri paradigmasal tuzakları engelleyebilirler. Teorik araştırma isteği bütün çalışma konuları için var olmalıdır ve bu çalışma konusu da egemen normları ve kuralları yürütmekten ziyade, eyleme ehil olmalıdır. Öte yandan da, eylem kökeni, konu (akıl ve irade gibi) içinde yerleşik olmamalıdır; bütün toplumsal ve kültürel etkilerden bağımsız olmalıdır, çünkü buralarda tarihin erkek figürleri görünür hale gelir. Sonuç olarak, özne burada kendi çıkarlarını kovalayan ve rasyonel olarak hareket eden özerk bir varlık olarak tasavvur edilmemelidir. Korkular, zorunluluk ve acı motivasyon için temel olarak algılanabilir. Sorulacak soru ise, bunlar nasıl kavramsallaştırılabilir veya bunların hepsi tekrar kurgulanabilir mi? Toplumsal cinsiyet bir kategori (“cinsiyeti pratik etmek”) olarak düşünülmelidir ve toplumsal cinsiyet kategorisinin interaktif üretimine (“toplumsal cinsiyetlendirme pratiği,” “doing gender”) dayanır. Bir kişinin cinsiyeti yoktur, fakat o cinsiyeti pratikle oluşturur. Toplumsal cinsiyetin anlamı, insanların kendilerini yönlendirdikleri eyleme kılavuzluk eden eğilimlerdir (aynı zamanda apaçık düşünce ve algı koşulları veya güçlendirmedir). Toplumsal cinsiyet kategorisinin, toplumsal düzeni sağlamanın ve iki kutuplu kategorileri norm haline getirmenin (örnek olarak iktidar düzenini kurmanın ilkesi olarak) bir tezahürü olarak görülmesi gerekir. Böyle bir araştırma sadece toplumsal hareketlerle beraber desteklendiğinde toplumu bizim algımıza göre harekete geçirebilir ve değiştirebilir.

Ve bugünün toplumsal cinsiyet ilişkileri sonuç olarak on bin yaşında değildir, fakat Ortaçağ’ın sonlarında beri Avrupa modern döneminin gelişmelerinin bir sonucudur.

Bu politik anlaşmazlıklar içinde bana çok önemli gözüken bir hususu da eklemek isterim: Başka türlü bir hayatı talep etmek için hiçbir tarihe, geleneğe ve haklı gerekçeye ihtiyaç yok- tur. İnsanların saygı, haysiyet ve dayanışma ile davranılmasını talep etmek için, “bizim” tarihimize güvenmek zorunda değiliz. Dahası da var: Biz barış içinde bir hayat talep etmek için belirli bir cinsiyet, sınıf ya da bunlara tekabül eden dillere ihtiyaç duyamayız. İnsan her zaman savaş halinde olsa dahi; sözde barışçıl ve anaerkil klan toplumu hiç var olmamış olsa dahi; biz eşitlik ve dayanışma dolu bir hayat talep etme hakkına sahibiz. En basit haliyle; çünkü bizim bunu talep etme hakkımız var!