Türkiye’de “Kürtçe”

Netice Altun Demir

Türkiye Cumhuriyeti’nin, 1923’te kuruluşundan sonraki yıllarda kendisine biçtiği rol Kürt varlığını gerek Kürtlerin kendilerini sürgüne göndererek gerek Kürdistan’a Türk ya da sayı olarak kendisine tehlike arz etmeyecek azınlıklardan topluluklar yerleştirerek Türk ulusu yaratma yolunda hızlı adımlar atmak olmuştur. Dilin bireylerin kendi kültürleriyle kurdukları en önemli bağ olmasının bilinciyle Kürtlerin yeni yaratılacak ulusu anlaması ve o yeni kültürün bir parçası olmasının istenmesi nedeniyle Kürtçe, en temel düşman ilan edilmiştir. Kürt kültürünü ortadan kaldırmak için onun belkemiğini oluşturan dili gerektiğinde yok saymak gerekirse de öcü kabul etmek, onu konuşanları hedefe koymak yeni “ulus”un ilk acı meyvelerini oluşturmuştur.

Öyle ki erzaklarını köyden pazara getiren köylülerin onları satarken kullandıkları sözcük başına 5 kuruş ödemek zorunda oldukları belirtilmektedir. İddiaya göre bir koyunun elli kuruşa satıldığı 1930’lu yıllarda beş kelimelik bir cümleyle meramını ifade etmek zorunda olan bir kişi koyun değerine eşit ceza ödemek zorunda kalıyordu”. Yine ünlü “Oğlunu hapishanede ziyarete giden Kürt annenin yol boyunca tek ezberleyebildiği cümle olan “Kamber Ateş! Nasılsın” cümlesini oğlunu ziyaret ettiği sırada sürekli tekrar etmesi hem Kürt dilinin yasaklanma boyutunu hem de bu yasağın yol açtığı trajediyi gözler önüne sermektedir.

Skuttnabb-Kangas ve Phillipson (1993) Birleşmiş Milletler tarafından 1948’de hazır- lanan Soykırımı Engelleme ve Cezalandırma Sözleşmesinin son tasarısına dayandırarak Kürtçenin durumunu “Dilkırımını” ya da “Dil Katliamı” (lingucide, linguistic genocide) olarak nitelemektedirler. Dilkırım, sözleşmedeki maddede şöyle tanımlanmıştır “Bir topluluğun kendi dilini günlük ilişkilerde veya okullarda ya da yayıncılıkta ve yayımların dağıtımında kullanımını yasaklamak”. Skuttnabb-Kangas ve Phillipson (1993)6 Türkiye’nin kanunen Kürt dilinin okullarda kullanımını yasaklayarak, insanlara hapis ve para cezası vererek, insanları öldürerek dil kırımı gerçekleştirdiğini Avrupa ülkelerinin ise daha farklı yollarla buna benzer bir duruma düştüğünü dile getirmektedirler.

Avrupa Ülkeleri örneğin; Kürtleri istatistiklerde yok sayarak, Türkçenin onların anadilleri olduğunu varsayarak ve resmi Türk ideolojisinin yanlış iddialarını kendilerininki gibi kabul ederek (Danimarka Eğitim Bakanlığının Kürtçenin yazı dili için bir standardının bulunmamasını iddia etmesi vb.) bu kırıma destek vermektedir. Oysa Kürt çocuklarının bulundukları bir okul ve/veya okul öncesi kurumda Kürt öğretmenin olmaması bir dil kırımıdır.
1923 yılında kurulan Cumhuriyetin ilk anayasası olan 1924 anayasası “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” ve “Türkçe okuyup yazma bilmeyenler milletvekili seçilemezler ile girilen yolda, 1991 yılında 2932 sayılı yasa kaldırılmış ve “Devletin Resmi Dili Hakkındaki Kanun Tasarısı” hazırlanmıştır.

Bu tasarıyla mahalli dil ve lehçelerde konuşmanın, müzik yapmanın, plak, ses ve görüntü bantları ile diğer anlatım araç ve gereçlerinin kullanımının serbest olduğu hükmü getirilmiş ancak toplantı ve yürüyüşlerde bu dillerin kullanımı, yayın ve yayımı yasaklanmıştır. Ancak tasarı bir süre sonra rafa kaldırılmıştır. 1999 yılında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üyeliği kesinleşince 2001 yılında “AB treninin kaçırılmaması” amacıyla meclisten geçen uyum paketi çerçevesinde Türkçe dışındaki dillerde radyo ve televizyon yayıncılığı yapma imkânı tanınmıştır.

18 Aralık 2002’de resmî gazetede yayımlanan yönetmelikte anadilde yayın yapma yetkisi yalnızca TRT’ye aittir. Yayınlar radyoda haftada dört saati, televizyonda ise iki saati geçemez. Ayrıca yayının Türkçe çevirisinin verilmesi gerekmektedir. 19 Haziran 2003’te, 6. uyum paketi çerçevesinde TRT dışında kamu ve özel radyo ve televizyonlar da “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında kullandıkları farklı dil ve lehçelerde” yayın yapabilecekleri ifadesi eklenmiştir. RTÜK, 25 Ocak 2004 yılında yeni bir yönetmelik yayınlayarak bu dil ve lehçelerde ulusal özel radyolar için yayın saatini haftada beş, televizyonlar için ise haftada dört saat olarak arttırmış ancak yayınların yalnızca yetişkinlere yönelik yapılmasını kararlaştırmış ve böylelikle anadillerin öğretilmesi yasağı sürmüştür.

RTÜK 13 Kasım 2009’da çıkardığı yeni bir yönetmelik ile (Resmi Gazete, Sayı 27405) tüm gün yayını mümkün kılan bir değişikliğe imza atmış9 ve TRT 6 ve Gaziantep’ten tüm gün yayın yapmaya başlayan Dünya TV Kurmanci lehçesiyle Türklük ideolojisini yaymak amacıyla yayına başlamışlardır. Devletin, Avrupa Birliği uyum paketleri baskısıyla ve kaplumbağa hızında bir yol kat edemediği bu gelişmeler aslında gelişen teknoloji, uydu anten, internet kullanımı gibi ulus devlet tarafından kontrolünün zor olduğu, Kürtlerin çoğunlukla Türkiye dışında açtıkları televizyon ve radyo kanalları, yayımladıkları gazeteler ve internet yoluyla kitlelere ulaş- maları devlet politikalarını etkisizleştirmiştir.

Med TV (1995-1999), Medya TV (1999-2002) ve Roj TV Türkiye’nin homojen bir ulus yaratmada 70 yılda zorbalıkla dayattığı yok sayma ve yok etme politikasına büyük bir darbe vurmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Avrupa’dan yayın yapan bu kanalları kapatmak için diplomatik baskı, yayın durdurma ve teknik müdahaleler biçiminde, yurtiçinde ise çanak anten yasaklama gibi engelleme çabalarına girişmiştir. Kapanan her televizyon kanalının yerini yenisi almış, yurtiçinden de Kürtleri aktive eden, ayakta tutan Gün TV (hatta ilk çocuk kanalı olarak 2015 yılında yayına başlayan Zarok TV) benzeri kanallar sürekli baskıya maruz kalan Özgür Gündem, Özgür ülke, Azadiya Welat gibi gazeteler çıkarılmıştır. Buna karşılık devlet, Kürt iletişim araçlarının Kürtlerle kurduğu dil ve milli/kültürel bağı koparmak için TRT 6 gibi de- vletin ideolojisini ve asimilasyon siyasetini sürdüren kanallar açma ve hem Avrupa’ya uyum sağlamaya çalışıyor gibi görünme hem de Kürtlerin kendilerini var etme çabalarını sekteye uğratma gibi adımlar atmıştır.

Eğitim alanında ise iki farklı önemli adım atılmıştır. Bunlardan biri 2012 yılında pilot olarak seçilen birkaç okulda başlatılan Kürtçe seçmeli dil eğitiminin 2013 güz dönemi itibariyle yaygınlaştırılması olmuştur. Seçmeli dersin haftada iki saat ve 5. sınıftan başlamak üzere ortaokullarda başlaması kararlaştırılmıştır. 2013–2014 eğitim öğretim yılında Kürtçe dersini seçen öğrenci sayısını 53 bin olarak açıklayan MEB, 2014– 2015 eğitim öğretim yılının ilk döneminde bu sayıyı 85 bin olarak açıklamıştır. 2014’te bölüm için alınan öğretmen sayısı 17 iken, 2015 atamalarında 9, 2017 Şubat atamalarında 3 (2 Kurmanci, 1 Zazaki) olmuştur.10 Şubat 2019 atamalarında ise hiç Kürtçe öğretmeni atanmamıştır.

Yine 10 Aralık 2009’da YÖK kararıyla açılan Mardin Artuklu Ünivesitesi, Yaşayan Diller Enstitüsü (Çünkü aslında ölmeleri planlanmıştı ve Kürt Dili Enstitüsü denmesi bir yenilgi gibi algılanmış olmalı) kurularak günümüze kadar 70’i tezli yüksek lisans, 699’u da tezsiz yüksek lisans alanlarında öğrenci mezun etmiştir. Öğretim görevlilerinin çoğu Kurdî-Der vb. kurumlarda dil konusunda bir statü elde eden kişilerden seçmek zorunda kalan devlet, 15 Temmuz darbesinden sonra ise bu bölümde çalışan öğretim görevlilerinin birçoğunu ihraç etmiştir. Başlangıçta Artuklu Üniversitesi’yle yola çıkan devlet daha sonra Bingöl, Muş, Dersim vb. şehirlerde yeni bölümler açmış ancak bu bölümlerin misyonları çoğunlukla Kürt Dili lehçelerini bağımsız diller oldukları üzerine çalışmalar yapmak olmuştur. Zaten henüz ihraç olmamış olan öğretim görevlilerinin, en azından devletin gözünde, kendisiyle aynı ideolojiye sahip olduklarını ya da devletin öyle zannetmesi üzerine çalışmaya devam edebildiklerini düşünmek yanlış olmaz.