Unutmak İhanettir- IV

Ali Haydar Kaytan

Puşkin’in bir şiirinde bir kartal ile karganın diyalogu var. Ölümünün yaklaştığını hisseden kartal, daha yavruyken tanıdığı karganın nasıl bu kadar uzun bir ömür sürdüğünün sırrını çözmek ister. Karga bunun nedeninin yükseklerde seyretmekle aşağılarda yaşamak arasındaki farktan kaynaklandığını söyler. Karga çürümüş ağaçların kovuklarında yuva yapar, çözülmüş hayvan leşleriyle beslenir, en sevdiği yemek iki yıllık tayların çürümüş leşleridir. Leşlerden yüzüne vuran kokuşmuşluğun soluğu onun sağlığı için en iyisidir. Kuşkusuz uzun bir ömür konusunda kartala vereceği inci kadar değerli öğütleri vardır. Ancak o sadece kartalın önüne iki yol sermekle yetinecektir: Birincisi, kendisi gibi yaşayıp bin yıllık bir ömre sahip olmasıdır. İkincisi ise yükseklerde uçup çok daha kısa bir ömürle yetinmesidir. Bunun üzerine kartal “Senin uzun ömrün senin olsun, leş yemek senin payına düşsün. Başı sürekli yerde ve hep leşle beslenen bin yıllık ömre sahip bir karga olacağıma, kartal olarak en yükseğe çıkıp başım dik ölmek isterim” der. Dünyanın en büyük şairlerinden Puşkin’in mesajı açıktır: Esas olan insanın ne kadar uzun yaşadığı değil, nasıl yaşadığıdır. İnsan nasıl yaşayacağını kararlaştıran bir varlıktır.

Türk sömürgeciliği Kürtlerin kendilerine nasıl yaşamalı sorusunu sormalarına izin vermeyen, verse bile cevabının kendi inkâr sistemi içinde aranmasını dayatan çılgın bir sömürgeciliktir. Verilecek cevap kendi sistemiyle bütünleştirip içinde erimeye götürecekse, o zaman bu soruyu sormanın bir sakıncası yoktur. Kendisi olmaktan çıkıp başkalaşıma uğramak Kürt insanının değişmez kaderi olmak durumundadır. Kürt her şey olabilir ama asla kendisi olmayacak, kendisi olmak için çaba harcamayacaktır; kendi kimliğini, kültürünü ve dilini istemeyecektir. Puşkin’in sözü edilen şiirindeki karga aşağılardadır, payına düşen leşlerle beslenme ve çürümüş ağaç kavuklarında barınmaktadır; ama o yine de başka bir şey değil karga olarak yaşamaktadır. Aynı şekilde başka ülkelerde de birçok halk sömürgeci egemenlik altında yaşamışlar, ancak yine de böylesi bir inkârcılıkla yüz yüze gelmemişlerdir. Başka bir deyişle bir halkı en temel haklarından yoksun kılmanın bir anlamı olabilir, ama ayrı bir kültürel varlık olarak kendisini yok sayma ve yok etmeye çalışmanın anlaşılır bir yanı olamaz.

Kürtleri tarladaki zararlı otları söküp atmaktan daha rahat bir ruh hali içinde yok etmenin ve bu anlamda kendilerine akıl almaz katliamlar yaşatmanın en önemli nedeni, kültürel soykırımı başarıyla yürütmenin koşullarını ortaya çıkarmaktı. 12 Eylül Darbesi öncesinde Kürdistan’da gelişen ulusal demokratik diriliş karşısında çılgına dönen Türk Devleti kanlı dişlerini yeniden göstermeye başlamıştı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, “Bu ayrılıkçı faaliyetin içinde yer alanlar dönüp tarihe baksınlar, geçmişte başlarına neler geldiğini görüp ibret alsınlar, akıllarını başlarına devşirip bir an önce bu yaptıklarından vazgeçsinler” diyordu. Onun dönüp bakılmasını istediği tarih Kürtlere yaşatılan vahşet yüklü katliamların tarihiydi. Türk Devleti kendileri olmak ve kendileri olarak kalmak isteyenlere bir mezar yeri bile vermeyeceğini kanıtlamıştı. Benzer istemler karşısında her zaman yine aynı şeyleri yapmaktan çekinmeyecekti. Kuşkusuz bu sadece bir kişinin değil, inkâr ve imha sisteminin savurduğu bir tehditti. Kaldı ki, daha o zaman bile bu sözler sadece bir uyarı ve tehdit olmakla sınırlı kalmıyor, adım adım pratikleştiriliyordu. 12 Eylül Darbesi bu pratikleşmenin zirveleşmiş hali oluyordu.

1925–38 yılları arasında ibret alınacak tarih geçmişte bir yerlerde değil, Kürtlerin yanı başındaydı. İzleyenler akıllarını başlarına devşirsinler diye ‘kendileri olarak kalmak’ isteyenleri ot biçer gibi biçiyorlardı. Zaten giriştikleri harekâtlara tenkil, tedip ve tehcir harekâtları adını vermişlerdi. Tenkilin anlamı birilerini başkaları için ibret dersi oluşturacak biçimde cezalandırmaktı. Daha açık bir ifadeyle sadece ‘isyancıları’ öldürmek yetmiyordu, başkalarının benzer bir eyleme yönelmemeleri için ibret dersi alacakları şekilde öldürmek gerekiyordu. Tenkil işte budur. Bunun bir adım ötesi tediptir, günümüz Türkçesiyle azarlayarak edebe çekmedir, küfür ve hakaretle uslandırmadır. Tehcir ise tedip edilecek kimselerin denetim altında bu işlemden geçirilecekleri yerdir, sürgün mekânıdır. 1940–1970 yılları arasındaki otuz yıllık dönem tenkil, tedip ve tehcirin zirveleştiği, Kürt direnişinin tamamen kırıldığı, kızıl soykırımın beyaz soykırımla sonuca doğru götürüldüğü, asimilasyon uygulamasına müthiş hız verildiği ürkütücü bir suskunluk dönemidir. Kürdistan artık bir mezar sessizliğine gömülmüştür. Ortada artık varlığı bile tartışma konusu olacak kadar kendisi olmaktan çıkmış bir halk gerçekliği söz konusudur. Bu sadece Dersim’in gerçeği değildir; bütün Kürdistan’ın ve Kürt halkının içine düşürüldüğü onur kırıcı durum budur.

Beyaz soykırım ya da aynı anlama gelmek üzere kültürel soykırım başka bir değerlendirmenin konusudur. Ancak burada altı çizilmesi gereken nokta şudur: Yaşanan bu onur kırıcı düşüşü tersine çevirmek üzere Kürt halkının Amaralı Adam’ın önderliğinde başlattığı direniş mücadelesinin bugün ulaştığı düzey gerçekten heyecan vericidir. Kürt yükselişi bir gerçektir. Eskinin kendisinden kaçan halkı şimdi kendine en yakın duran halk konumuna ulaşmıştır. Kim ne yaparsa yapsın, bu halkın özgür yaşama kararlılığını zayıflatamayacaktır. Önder APO’nun özgürlük iradesi kendi halkında cisimleşmiş, Önderlik ve halk kopmaz bir bütün haline gelmiştir. Kürt’ün bu yücelişi ve yükselişi Türk sömürgeciliğinin vahşi soykırımcı yüzünü iyice açığa çıkarmış, onu derin bir çıkmazın içine sokmuştur. Azgınlaşması bundandır, halkımıza ve gerillaya hayâsızca saldırması bundandır, beş yüz bin kişilik bir ordu gücünü ülkemizde sürekli hareket halinde tutması bundandır, tutuklamalara girişerek zindanları tıka basa doldurmaya çalışması bundandır. Bu haliyle inkâr ve imha rejiminin bugünkü durumu bataklığa düşmüş adamın durumuna benzemektedir. Kürt olgusu ve sorunundan kurtulmak için giriştiği her eylem, dozu ne denli şiddetli olursa olsun, çözümsüzlük batağına biraz daha batmasına yol açmaktadır.

Biz tarihimizi yeniden yapıyoruz ya da canlı bir tarihin içinde yaşıyoruz. Bu tarih geçmişimizden asla kopuk ele alınamaz. Apocu Hareket uluslararası emperyalist sistemin kararı çerçevesinde yaşanan Kürt düşüşüne dur dediğinde de halkımızın tarihsel toplumsal gerçekliğinden yola çıkıyordu. Ama Kürtlere ilişkin her şeyin silindiği, Kürt tarihine ilişkin belgelerin hasıraltı edildiği ve Kürt toplumunun büyük ölçüde kendisi olmaktan çıkarıldığı o dönemde, eldeki kırık dökük parçalardan çıkarılmış yetersiz bir tarih bilinciyle yeni bir döneme giriş yapmak kaçınılmazdı. Özellikle Cumhuriyet dönemi boyunca yaşanan direnişler konusunda belli bir bilgi vardı. Bu kadarı bile yaşanan düşüşe dur demeye ve bunun için her türlü fedakârlığı göze almaya yetiyordu. Şimdi daha derinlikli ve geleceğimizi aydınlatan bir tarih bilincimiz var. Ancak yine de özellikle yakın tarihimize daha fazla ışık tutmak ve bu tarihe ilişkin her türlü bilgi ve belgeyi toplamak zorundayız. Halk ağıtlarımız bile bir belge olarak görülmek ve derlenmek durumundadır. Hala yaşayan tanıkların tanıklıklarına başvurmak, anlattıklarını belgelemek ve kayda geçirmekle yükümlüyüz. Bir mezar yeri bile bulunmayan şehitlerimizi yaşatmanın bir yolu da budur. Kendi özgürlük anlayışımızı onların doğal yaşamları içinde bulunan soylu özgürlük anlayışlarına ve katliamcı zalimler karşısındaki kararlı duruşlarına dayandırmadan, onları anladığımızı ve anlamlandırdığımızı iddia edemeyiz.

Başlıktaki ‘unutmak ihanettir’ uyarısına çok yönlü bakmamız şarttır. Türk sömürgeciliğinin Dersim de içinde ülkemizin birçok yerinde gerçekleştirdiği insanlık dışı katliamları unutamayız. Tenkil, tedip ve tehcir üçlüsüyle ifade edilen harekâtlarda halkımıza reva görülen işkence, zulüm, vahşet, barbarlık ve hakaretleri unutamayız. Özellikle tenkil ve tedip sözcüklerinin içerdiği iğrençliği, alçaklığı, hakareti, horlama ve aşağılamayı asla unutamayız. On binlerce insanımızın sırf kendi kimlikleri ve kültürlerine uygun bir yaşamda ısrar ettikleri için hunharca katledildiğini ve bunların bir mezar yerlerinin bile bulunmadığını unutamayız. İşgalci askerlerin eline geçmemek için kendilerini uçurumlardan aşağı atan genç kızlarımızı, yine ölü bedenlerine bile hayvanca hakaret edilen kadınlarımızı asla unutamayız. Türk sömürgecilerinin bütün bu çılgınlıklara bizi halk olarak tarihten silmek için başvurduğunu unutamayız. Ülkemizin hala bir sömürge olduğunu ve bir askeri işgal altında bulunduğunu, hala bir kültürel soykırımı yaşadığımızı, zenginliklerimizin haydutça talan edildiğini ve halkımızın açlıkla terbiye edilmeye çalışıldığını unutamayız. Halk olarak bize yaşatılan lanetli düşüşe dur dediği ve bizi kendi gerçeğimizle buluşturduğu için Önder APO’nun İmralı sistemi altında tarihte ender görülen bir işkence, zulüm ve zorbalığa tabi tutulduğunu unutamayız. Bunların hepsinin toplamı olarak unutmanın ihanet olduğunu unutamayız.

Bu kesinlikle bir kan dökme çağrısı değildir, ABD Kongresine ve Avrupa Parlamentosu’na sunulmak üzere Kürt soykırımına ilişkin belge toplamak da değildir. Elbette şikâyetimiz var, ama bu şikâyetimizin muhatabı Türk halkıdır, onun aydınlarıdır, öncü güçleridir. Türk ve Kürt halkının aynı topraklar üzerinde bin yıllık bir birlikteliği var. Bu birliktelik hep dostluk ve kardeşlik temeline dayandı. Kıyım ve kırım süreçlerinde bile Türk halkı kendi topraklarına yerleştirilen kılıç artığı Kürtlere suçlu gözüyle bakmadı. Devletin emirlerine uyarak kendilerini Türkleştirmeye çalışmadı, bunun için özel çaba harcamadı, Kürt insanını kendi gerçeğiyle kabul etti. Bu soylu bir davranıştı, bu halkın büyüklüğüne yaraşır bir davranıştı. Ne var ki son yıllarda kışkırtılan ırkçı bir milliyetçilik halklarımız arasındaki bu tarihsel dostluk bağlarını zayıflatıyor, iki halkın arasında kin ve nefret tohumları ekiyor. Bunu da “Kürtler Türkiye’yi bölecekler” yalanına dayandırıyorlar. Bölücülük alçaklıktır. Bu alçaklığın en büyüğünü devlet partileri ve ordunun tepesindeki birkaç general yapıyor. Asıl bölücüler, Türkiye’nin temeline dinamit koyanlar, Kürt yok olsun diye nerdeyse tüm Türkiye’yi dış güçlere peşkeş çekenler onlardır. Türk halkının bunu mutlaka görmesi ve alçakların alçaklığına dur demesi gerekiyor.

Biz hepimiz Kürt olarak Türk halkına hizmet etmeyi büyük bir onur sayarız. Ama bizim kimliğimiz yok edildiğinde ruhumuz da yok olacak ve ruhsuz varlıklar olarak Türk halkı bir yana kendimize bile yararımız olamaz. Devlet bize bunu dayatıyor. Sizler Türk olmanızdan pişmanlık duyabilir misiniz? Başkası size “Türkçe türkü dinliyorsunuz, kursa gidip Türkçe de öğrenebilirsiniz, anadilde eğitime ne gerek var?” dese ne yaparsınız? Kıyameti koparmaz mısınız, öfkenizden gök kubbeyi yere indirmez misiniz? Peki, kendiniz için istemediğiniz şeyi Kürt’ün kabul etmesi nasıl istenebilir? Biri kalkıp İzmir’in adını değiştirerek Smirna yapsa, Trabzon’a Trapezus dese, İstanbul’un adının Konstantinopolis olarak değiştirilmesi önerisinde bulunsa ne olur? Kaldı ki, bu yerlerin tarihsel adları gerçekten böyledir. Buna rağmen bu değişiklik önerilerini anında reddedersiniz, öyle değil mi? Peki, Dersim nasıl Tunceli oluyor? Biz Dersim’in kendisi olarak kalmasını isterken neden suç işlemiş oluyoruz? Bir düşünün: ‘Nevruz’ Kürtçeye çok yakın olan Farsça bir kelimedir, Türkçeyle hiçbir alakası yoktur; ona rağmen neden Kürtlere ille de Nevruz dayatmasında bulunuluyor? Bunun ‘Vatandaş, Türkçe konuş!” emriyle bir ilgisi de söz konusu değil. “Olsun, Türkçe olmasın da Farsça olsun, yine de Farsça Nevruz diyeceksin, Kürtçe Newroz kabul edilemez” mi denilecek? Kürtçe bir kelimeye bile bu akıl almaz düşmanlık neden?

Evet, biz bunları unutmayacağız; bunları unutmanın ihanet olduğunu haykıracağız.