Savaş tanrıçası olarak İnanna anlatmaktadır

Hüsna Emek

“Savaşın önünde durursam

Ülkenin öncüsüyüm

Savaşın dışında durursam

Elde hazır okluğum

Savaşın ortasında durursam

Savaşın kalbiyim

Savaşın sonunda

Korkunç bir tufanım

Savaşı izlerken askerlere

İlerle yaklaş derim düşmana”

Büyük yenilginin hemen öncesinde yaşanan gerçeklik budur. İki bin yıllık kurnazlık savaşının ardından, sevginin, aşkın, toplumsallığın yarattığı bütün güzelliklerin kaynağı ana-kadın toplumu, kendi yaratımlarından da yararlanarak kurumlaşan ataerkil uygarlık güçleri tarafından hapsedilmiş, boğulmak ve yok edilmek istenmiştir.

Bu direnişin kaynağı toplumsal gerçekliği anlatmak, bugünden bakan, özgürlüğü, toplumsallığı, güzelliği çalınmış ve yeniden toplumsallaşma, özgürleşme ve güzelleşme mücadelesi içinde olan biz kadınlar için zor, ama bir o kadar da anlamlı. Tarif etmek, tanımlamak, sadece ulaşılan bilgiler ekseninde yorumlamak yetmeyecek. Bir tanrıçanın duruşundan, bakışından, asaletinden, hüznünden anlamlar çıkarmak; bereketinin, kutsallığının büyüsüne kapılmak, coşmak; acısına hüzünlenmek, ama hep güç almak, tanrıçaların yolunda yürümek, ama hep yürümek anlamına gelecek. Anlatılan kadar anlatılamayanın olduğunu bilmek, zihniyetimizin özgürleşme düzeyiyle yeniden yeniden analık tarihine dalmak, bir bitkinin yetiştirilişini bir çocuğun yetiştirilişi kadar anlamlı, önemli görmek, “bir atın gözündeki anlam”dan süzülen hissiyata ulaşmak, binlerce kez parçalanmış beynimiz, yüreğimiz ve bedenimizle, her konuda ve düzeyde tamlığı ifade eden kadın-insan gerçeğini tasavvur etmek zorluyor insanı. Sınırlı da olsa ulaştığımız toplumsallık düzeyi, bu gerçeğin peşini bırakmamanın tek yaşam gerekçesi olduğu hissini uyandırıyor özgürlükten yana yüreği çarpan biz tanrıça torunları, kızları olmaya aday olan, olmak isteyen kadınlara. Bu gerçeği kavradıkça, büyülü gücüne kapılıp kendini tanrıçalaştıran Zilan’lar, Sema’lar oldukça bütün ürkekliğimizi, parçalılığımızı, yarımlığımızı aşarak bu yolda ilerlemenin bizi biz yapacağına şüphemiz olmadığından tüm enerjimizi biriktirerek, nefesimizi tutarak ilerleyeceğiz kesin.

Özgürleşmiş değil, özgürlüğe susamış; toplumsallaşmış değil, toplumsallığa susamış kadın gözüyle bakarak mütevazı bir çaba ile Bereketli Hilal Çağı ana-kadın yaratımlarının temel dayanakları ve 104 Me’yi anlamaya ihtiyacımız var. Arkasına son 6 bin yıllık toplumsallaşma serüvenini alarak gerçekleşen bu büyük patlama, tıpkı evrenin oluşumu gibi, insan oluşumunun kök hücresini taşımaya devam ediyor. Yaşam ve üretimin birbirini tamamlaması ve yeniden üretmesi bu dönemin özünü oluşturmaktadır. Ev (yaşanılan yer anlamında) yasası da denilen ekonomi, neolitik köy ve köylerin üretim ve yaşam yasaları kadın emeğiyle gelişir. Emek ve tarımsal üretimle, giderek hayvan evcilleştirme ile kadın ve yanı başında çocukları, ilk toplumsal üretim birimlerini oluşturarak kutsal bir çalışma içinde, yaşama dair duygu ve düşünce yapısı şekillenir. Ürünün çoğalması ile beslenme sorunu kalmayan toplum, daha huzurlu, geleceğe güvenle bakan, birbiriyle uyum içinde, karşılıklı saygı ve sevgiyi pekiştirerek yaşamını sürdürür. Üreten ve emeğinin sonuçlarını kendisi örgütleyen; ne zaman, nasıl, hangi ihtiyaçlar çerçevesinde kullanacağına karar veren, birbiriyle paylaşan bir toplum yapısında, hırsızlık, kavga, öldürme, birbirine kurnazlık yapma, başkası hakkında kötü düşünme, kötü eylemlerde bulunma gelişmez. Çünkü ihtiyacını karşılayacak kolektif bir yaşam vardır.

Birlikte üreten, birlikte tüketen, ihtiyacın fazlasını hangi amaç çerçevesinde kullanacağına birlikte karar veren bir toplumsallık vardır. Toplumsallığa katılım ölçüsü emek ölçüsüdür. Gücü oranında bir katılımla ortak bir yaşam inşa edilir. Çocuğun yeri ayrı, gençlerin yeri ayrı, yaşlıların yeri ayrı, kadın ve erkeğin yeri ayrı, ama tamamlayıcılık içinde bir uyum vardır. Bilgi toplumun bilgisidir. Toplumun, yaşamın ihtiyaçlarını bilme, nasıl gidereceğini birlikte kafa yorma, sorunlarını ve nasıl çözeceğini bilme bilgisi ortaktır. Toplumsallığa zarar veren davranışlar, toplum dışı bırakma cezası en ağırı olmak biçiminde kabul görmez, yadırganır ve mutlaka eğitici bir yöntemle kazanma esas alınır. Sorun toplumsal olarak algılanır ve toplum olarak çözülür. Ana eksenli bir ahlaki şekillenme, adalet ve barış duygularının binlerce yıla yön verdiği bir toplumsallık vardır.

Bugün “kadın barışçıldır, adaletlidir, şiddet-kavga-öldürme kadının işi değildir” tespitleri yapıldığında, kadınlarda bile tam inanmayan, “genellemeci tespitler” biçiminde bir karşı duruşun gelişebilmesi zihinlerde yaşanan erkek egemen çarpıtmayla bağlantılıdır. Özünde ise kadının doğası böyle şekillenmiştir. Yaşam kaynağıdır, doğanın en iyi öğrencisi ve dostudur. Kurduğu köyleri yeşildir. Birçok şeyi öğrendiği ormanı yanında taşımak istercesine, ağaçlandırmayı geliştiren, yeşille özdeşleşmiş, bir kadın ruhu, duygusu ve bilinci vardır. Doğaya zarar verme, canlıya zarar verme böyle bir ruhsal şekillenmeye uzak durumlardır. Bunun kadın tarihini irdeleyen kitaplarda, tabletlerde anlatımı vardır. Neolitik köylerde eşitliğin, özgürlüğün, barışçıl bir yaşamın sürdürüldüğü, yaşamsal bütünlüğün, insan beyni, bedeni ve yüreğinde yarattığı bütünlük, hakikat bütünlüğü olarak gelişkin bir toplumsallaşmadan bahsedebiliriz.