Axin Mahir Dicle
8 Mart’a giderken bugüne kadar elde edilen kazanımlardan ve yaşadığımız yüzyılın kadına yönelik saldırılarından bahsetmekte gerekiyor. Ataerkil her yerde sömürgeci zihniyetini yaşatmaya devam ederken, kadınlar alanları dolduruyor öz savunmanın vazgeçilmez olduğunu haykırıyorlar.
Peki neden öz savunma?
8 Mart’ın tarihine gidelim fabrika da daha iyi koşullar da çalışmak için eylem yapan yüzlerce kadın yakılarak can verdi. Kadınların tek şstediklerini emeklerinin hakkını almak ve düzensizlikle donanmış bu düzenin çarkını kendilerine çevirmekti. En doğal haklarından olan eylem haklarını kullanan kadınlar, Ortaçağ’da ‘cadı’ ilan edilen kadınların sonu ile bir kez daha korkutma çabası içine girdiler ‘cadı’lara layık gördükleri son ile bu kadınları yüz yüze bıraktılar. Ama kadınlar kararlıydı canları pahasına da olsa bu sona bi dur demenin vakti gelmişte geçiyordu.
Öz savunmanın tanımını doğru anlamak gerekiyor. Öz savunma; dış tehlikelere karşı, kendini korumak, yaşam alanını, benliğini, haklarını korumaktır. Her canlı da olan bu hak, doğal ve olması gereken bir davranıştır. Oysa günümüzde kadınlar katliamlarla ile karşı karşıya gelirken dahi öz savunmalarından men ediliyorlar. Sadece fiziki katliamlardan bahsetmiyorum. Siyasi, sosyal, toplumsal, ekonomik bir katliamdan bahsediyorum. Evet özgürlük adına sundukları şeyden çok daha fazlasına talip olmuş kadınlar var. Verili özgürlük kalıplarının dışında hakiki özgürlüğü arayan bu kadınlar en doğal haklarını olan öz savunmaya sarılıyor ve sarılmalıdırlar. Sessizce içten içe düşünerek değil, tüm benliğiyle öz savunmanı kuşanarak dur demek gerek bu düzene.
Cinsiyetçi yaklaşımlara bir göz atalım da öz savunmanın gerekliliği konusunda bir kez daha kanıtlarla konuşalım.
Ekonomi
Toplumsal cinsiyet ayrımları hem kadınların hem de erkeklerin yaşamının şekillendirir ve sonuçta bu çeşitlilik sadece farklılıktan daha fazla anlam taşır. Öyle ki kadın kategorisinde olma erkek kategorisinde olmaya göre, kadınların kaynaklara daha az ulaşmasını ve elde etmesini haklı gösterir.
Bu eşitsizlik en belirgin olarak gelir ve servet dağılımında kendini gösterir. Bugün dünyadaki yoksulların % 70’ini kadınlar oluşturmaktadır. Çalışma yaşamında kadınların eşit olmayan durumunu ve ev içindeki düşük statülerini yansıtan bir göstergedir. Birçok kadın çalışma imkanı bulamazken, çalışan kadınlar ise ancak erkek kazancının ortalama ¾’ü kadar ücret kazanmaktadır.
Eğitim
Toplumsal cinsiyetle çok yakından ilgili olarak kadınını yaşamına ‘kadın olmaya’ kültürel yönden daha az değer verilmesi söz konusudur ki bu da, kadın sağlığını olumsuz etkiler.
Ailenin ve toplum tarafından kadınlara ve kız çocuklarına verilen düşük değer, global istatistiklerdi okur-yazarlık durumunda belirgin olarak kendini gösterir. Geçen yirmi yılda önemli adımlar olsa da ilkokula başlamayan yüz otuz milyon çocuğun 3/2’sini kızlar oluşturmaktadır. Ayrıca halen bir erkeğe karşı iki kadın okuma-yazma bilmemektedir. Toplumsal değer yargıları kız çocuğun eğitimini gereksiz görmektedir.
Cinsiyetçi okulun eğitim sistemi:
Çocuklar okullarda erkek egemen ideoloji içersinde eğitilir. Varolan eğitim politikası, ders programları, rehberlik ve yönetmelikler ve çoğu zaman eğitimcilerin bizzat kendisi öğrencilere cins ayrımcılığının ‘doğallığını’ sunar.
Ders kitapların, ilk okul bir de anne ve babanın görevleri şöyle anlatılır. “annem evimizin temizlik ve düzenini sağlar, yemeğimizi yapar, çamaşırlarımızı yıkar, bizi pırıl pırıl giydirir. Babam ticaretle uğraşır, kazandığı paralara ailemizin ihtiyaçlarını giderir.”
Eğitimcilerin gösterdiği cins ayrımcı tutum ve davranışlara da rastlanılmaktadır. Kız ve erkek öğrencilerin kılık kıyafetleri ile kız ve erkek öğrenci arasındaki ilişkiler, sınıf içi ve okul dışı davranışları, oturma düzeni denetlenerek cinsiyetçi rol ayrımı pekiştirilir. Okullarda yöneticiler genelde erkektir. Kadın yöneticiler çok enderdir.
Sağlık
Sağlık ve hastalığın sosyal boyutlarını anlamaya yönelik araştırmalar cinsiyet rollerinin hem ev içinde hem de ev dışında günlük yaşamdaki etkilerinin sistematik olarak analizinin içermelidir. Örneğin; ev için rollere bakıldığında ağır ev işlerinin fiziksel sağlığa etkileri yeterli bir şekilde açıklanamamıştır. Bu özellikle fiziksel yük olma ihtimalinin daha fazla olduğu kırsal alanlarda önem kazanmaktadır. Ayrıca iş sağlığı ve güvenliği yasası olan ülkelerde her iki cinsiyet için uygun görülmeyen yükleri taşımak çoğunlukla yine kadına düşmektedir. Örneğin; ev içi temizlik malzemeleri kullanımında bilgi eksikliğine bağlı kimyasal maddelere maruz kalma riski, mutfakta su, yiyecek hazırlama ve saklama, kadınları artan iş yükü, kesilmeler, yanıklar, düşmeler, ev içi hava kirliliğinden kaynaklanan problemler çoktur.
Yine bütünüyle ev içi hava kirliliği bebeklerde ve beş yaş altı çocuklarda akut solunum yolu enfeksiyonlarına yol açan bir faktör. Fakir ülkelerde kadınlarda görülen kronik olunum rahatsızlıkları ve kalp hastalıklarından da sorumludur.
Diğer yandan ev yaşamının getirdiği zorlanmadan ve ağır sorumluluktan kaynaklı gönümüzde bir çok kadında deprasyon görülmektedir. Yaşamdaki boşluk, rutinlik karamsarlık ve ruhsal dengesizlikleri de yaratmaktadır. Ev işlerine duyulan değersizlikte bunda etken. Yine ekonomik ve sosyal destek eksikliği birçok kadını yalnızlaşmasına neden olmaktadır.
Kadının yaşadığı sık doğumlar, hijyenik olmayan ortamlarda yaşama koşulları nedeniyle yine kadına verilen değer nedeniyle doktor görmeyen yüzlerce, binlerce kadın mevcuttur.
Siyaset
Ev içine hapsolmuş kadının siyasetteki yeri yok denecek kadar azdır. Erkek yaşamın tüm kamusal alanında yerini alırken kadın bundan mahrum bırakılmıştır. Kadınlar siyaset içerisin de kendi rengiyle yer almamaktadır
Kadının siyasete katılışı ya erkek egemenlikli sınıf ve toplum gerçeğinin perde arkası bir savunucusu ya da tamamen erkek karakterli bir siyaset yürütücüsü olarak gerçekleşmiştir.
Kadının siyasetten uzaklaştırılması iktidar ve toplumsal mücadelelerin araç ve olanaklarından uzaklaştırılması olarak, gerçekte yaşamın yaratılmasının, dönüştürülmesinin en önemli zemininden uzaklaştırılmasıdır.
Siyasetin, kadın ve ezilenler üzerinde en geniş ve sistemli baskıları geliştirmenin aracı olarak kurumlaştırılması bu dıştalanmanın ötesinde en ağır, adaletsiz, eşitsiz, iradesiz bir yaşama tabii kılınmayı beraberinde getirmiştir.
Kültür
Kültür en geniş anlamışla, zekayla değiştirilen doğadır ve toplumsallaşmanın zorunlu ürünü olan dil, yaşam tarzı, anlayışı ve ilişkileri ile el-dil-düşünce diyalektiğine bağlı olarak gerçekleşir.
Her insan topluluğunun etnik oluşumun, cinslerin kendi eksenlerinde yoğunlaştıkları ve onların aidiyetlerini, kimlik tanımlarını veren kültürel değerler var. Bunlar, farklılıkların özgünlükleriyle, insanlığın zenginliklerinin ifadesidir.
Beş bin yıllık erkek egemenlikli toplum gerçeği tarafından kadının neolotik dönemde yarattığı çok yönlü ve yaşamın maddi, düşünsel, duygusal üretimine dair tüm kültür değerlerinin inkar edilmesi, çalınması ezilen sınıf ve halklar karşısında yapılanları çok aşmıştır. Kadın etrafında ve onun ekseninde gelişen toplum tarafından geliştirilen tüm değerleri erkeğin kendisine mal etmesi kadını kimliksiz, mirassız ve dolayısıyla tarihsiz bırakmıştır.
Medya
Medya dünya da en önemli dördüncü güç olarak tanımlanmakta. Toplumsal cinsiyetçiliğin en yoğun işlendiği ve erkeğe-kadına içselleştirilmesi için çalışmaların yürütüldüğü alan medya alanıdır.
Medya sürekli kadının kullanılan bir nesne, meta, obje olduğunu vurgulamaktadır. Erkek egemenlikli toplumda kadının yerinin ve statüsünün neresi olduğunu hatırlatan programlarla erkek ideolojisi pekiştiriliyor. Reklamlardan, TV dizilerine, haberler ve gazete sayfalarına kadar kadının ‘yeri’ bizlere bir kez daha anlatılıyor.
Reklamlar: Kadın ve meta araçları özdeşleştiriliyor. Kadın ve çocuklar metanın birer parçaları gibi sunuluyor.
TV Dizileri: Kadının aile içindeki konumu olumlanarak veriliyor. Ya da kadın hep kurtarılmayı bekleyen konumda. Sahte aşk edebiyatlarıyla sürekli kandırılan, ihanette uğrayan ya da kendini aldatan konumda. Aile kurumun üstünlüğü, kutsallığı hep işlenir.
Haberler: Kadına dair haberler yok denecek kadar azdır. Ya da beşinci, altıncı gündemdedir. Şiddete, tecavüze maruz kalan kadınlar popilistleştirilerek anlamsızlaştırılır.
Programlar: Magazin programlarında ve gazetelerin son sayfalarında kadının sadece cinsel bir obje olduğu sürekli işlenir.
Kadını eve, dört duvar arasına kapatmayı hedefleyen yayın politikalarını oluşturan basın iyi, namuslu anne ve eş kimliğini ön plana çıkartmaya çalışmaktadır. Kısacası; medya toplumsal cinsiyetçiliğin en çok kullanılarak sistemi ayakta tutma tarzında kullanılmaktadır.
Kadına Karşı Şiddet
Şiddet, fiziksel ve ruhsal olabilir. Farklı mekanlarda, evde, okulda, sokakta, her yerde kadınlar ve çocuklar şiddete maruz kalmaktadır. Toplumsal cinsiyete dayanan bu korkunç şiddet hareketi doğumdan ölüme kadar devam etmektedir. Kadına yönelik şiddet; yeni doğan kız çocuğunun öldürülmesi, cinsel istismar, kadın sünneti, okulda ve iş yerinde cinsel taciz, insan ticareti, zorla fuhuş yaptırılması, ev içi şiddet, dayak ve evlilik içi tecavüz vb. biçiminde sürdürülmektedir.
Kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddet, sınıfına, ahlaki değerlerine, kültürüne ya da ülkeye bakılmaksızın toplumun her kesiminde görülmektedir. Kadına karşı şiddet bir insan hakkı ihlalidir. Kadına yönelik şiddet denildiğinde daha çok fiziksel şiddet anlaşılmaktadır, ama fiziksel şiddete önem vermenin önemi bir tarafa, toplumun kadına yönelik şiddet denildiğinde temel insan hakları ihlali olduğunu ve kadınların istekleri dışında gerçekleşen her türlü eylemin ve onları baskı altında tutan her türlü tavır ve davranışın şiddet olduğunu anlamasını sağlamamız gerekmektedir.
Toplum içerisin de namus, kadın, kadın bedeni, cinselliği ve kadınların kontrol edilmesi biçiminde ele alınmaktadır. Namus, bir erkeğin karısı, kadını yani helalidir, kız kardeşidir, annesidir, ailedeki diğer kadınlardır! Yani gözetim altındaki kadınlardır. Bu açıdan kadının toplumsal baskı altına alınması haklı ve meşru görülür.
Bu sıraladıklarımız sadece şiddetin bir kısmını oluşturuyor kuşkusuz. Bunca saldırıya karşı, çiçekleri bir kenara bırakıp, savunmayı kuşanmanın tam zamanıdır. Öylesine bir savunmadan bahsetmiyorum, eylemsellik gerektiren, caydırcı ceza vermeyen adalet (!) sistemine karşı caydırıcı olabilecek bir savunmadan bahsediyorum. Kadını ötekileştiren bu sisteme karşı, kadının yerini hatırlatacak bir savunmadan.
Savunmamızı almamız için gerekirse, silaha, gerekirse pankartlara, gerekirse bilgiye dayanalım! Ama dayanalım artık şu ataerkilliğin kapısına. Öyle kapıyı açmasını falan da beklemeyelim, sabrımız tükendi çünkü kapıları yıkıp da girelim! Katledilmekten, tehdit edilmekten, kıyafetinden, gülüşünden, düşüncesinden, ırkından, sınıfından dolayı öteki olmaya tahammülü kalmayan kadınlar olarak, metasını süslemek adına, 8 Mart’ta indirim yapan mağazalara değil, özgürlüğümüze, alanlara, eyleme, savunmaya koşalım! Bizi biz yapacak hakikatin peşinden, kaygılarımızı bir kenara bırakıp da harekete geçelim.
Dün geç bugün erken değil, zaman tam olarak şimdi! Kadın olmanın verdiği özgüvenle donatalım kendimizi, 8 Mart’ı 21 Mart’a bağlayan direniş ruhuyla sevgi ve hakikatin peşinden koşalım. Erk zihniyetin egosunu, güdülerini tatmin etmek için değil, kendini bilerek yaşayalım! Ben, sen, biz kimiz? Neresindeyiz bu yaşamın? Dünya’da bir özgürlük çığlığı yükseliyor, duyuyor musunuz? Kadınlar sesleniyor; Jin, Jiyan Azadi!